6 Aralık 2014 Cumartesi

XXXX

Bölüm 1  Asansör

   Çakan şimşeklerin, karanlığı anlık olarak aydınlatan ışıkları ve kulakları sağır eden gök gürültüsü, şatonun ürkütücü görkemini, olduğundan çok daha korkunç ve kasvetli gösteriyordu. Bu eski şatonun, büyük demir kapısının önündeki adam tedirgindi. Kapının ardında neler olabileceğini düşünüyordu. Her şeye inanmaya hazırdı ve başına geleceklerin en kötüsünü hayal ediyordu. Adam korkudan titremeye başladı ve gökyüzünün görülebilen kısmına baktı. Her an bir fırtına patlak verecek gibiydi.


   Adam daha önce de denediği gibi şatonun kapısını açmayı denedi ama kapıyı hareket ettiremedi. Öfkeyle daha fazla zorladı ama kapı bütün ihtişamıyla olduğu gibi duruyordu. Adamın içini ani bir cesaret kapladı, gözlerini kapıya sanki onun bu durumundan kapı suçluymuşçasına dikti ve tüm gücüyle yumruklamaya başladı.  Kapının ardında, yüzleşmesi gerekebilecek her şeyi kabullenmişti, artık her şeyin olup bitmesini istiyordu.  Bu kapana kısılmışlık ve belirsizlik hissi ölümden bile beterdi ama kapı açılmadı ve adam yılgınlıkla yere çöktü,  artık ayakta duracak gücü kalmıştı, yapabileceği tek şeyi yapmaya, ağlamaya başladı. Onu ağlatan ve delicesine korkutan, ne bu kasvetli şato, ne bu şatonun içeresinde olabilecekler ne de bu kasvetli hava değildi. Şatonun aşağı yukarı bir kilometre uzağında, onu çepeçevre kuşatmış karanlıktı. Adam onu boşluk olarak düşünüyordu. O karanlığın içinde hiç bir şey yoktu. Oraya girerse sonsuza dek düşecekti. Bunu nereden bildiğine dair bir cevabı da yoktu adamın, ama içgüdüleri o karanlığa baktığında bile panikliyordu. Kısılmış kalmıştı, şatonun kapısı açılmıyordu ve belki de hiç açılmayacaktı. O lanetlenmişti, cezalandırılmıştı ve bu ceza iradesini çürütüyordu.


   Gök bir kez daha gürledi. O boşluğun, karanlığın içeresinden sicim gibi yağmur yağmaya başladı. Adam buna benzer bir havada, arkadaşlarıyla bir kafede, kahve içişlerini hatırladı. Şimdi o kafede arkadaşlarıyla birlikte olmak ne güzel olurdu. Aslında sıcak bir kahveye bile razıydı. Vücudu bu yoğun duygu karmaşası içeresinde istem dışı titredi, fakat bu kez korkudan değil özlemdendi.


  ‘’Belki deneyebilirim, belki burada da yapabilirim…” diye düşündü. Elinde, içinde sıcak kahvenin dumanlarının yükseldiği bir kahve fincanı olduğunu, o kahvenin sıcaklığını hissedip kokusunu aldığını hayal etti ve gözlerini kapadı. Gözlerini açtığında elinde kahvesi olacaktı, sıcacık sütlü bir kahve, tıpkı arkadaşlarıyla hep gittiği kafedeki gibi… Gözlerini umutla, yavaş yavaş açtı ama içinde onu kemiren bir şey başarısızlığını haykırıyordu. Ve gözleri, boş, yağmurdan ıslanmış eliyle karşılaşınca, o habis sesin doğru söylediğini anladı.


Adamın yüzünde, delice denebilecek bir gülümseme peydahlandı. Bu kadar umutsuz bir ortamda ne istemiş ne hayal etmişti. Muhtemelen bir daha ne bir arkadaşını görebilecek ne de o kafenin güzel kahvesinden içebilecekti. Geçmişin tüm bu güzel anıları, o an ona kabus gibi geliyor ve her şeyden daha fazla işkence ediyordu.

 ‘Deliriyorum’ diye düşündü. Kalbi korku ve umutsuzlukla dolmuştu. Ruhu öylesine acıyordu ki ağlamak ve bağırmak istiyordu. Dakikalar geçti ya da saatler. Şatonun önündeki adam için zamanın bir önemi yoktu artık. Sesi kısılana kadar çığlık atıp, sonrada ağlamaya başlamıştı.


Adam gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. Gözleri o eski anlamlı bakışlarını, o canlı parıltıyı kaybediyor yerini boş bakışlara bırakıyordu.


 “Ağlamayacağım” dedi kendi kendine.
 “Neden?” dedi habis bir ses, sinsi sinsi gülerek. Aynı ağızdan bir başka kişi konuşuyor gibiydi.
 “Ona bu zevki tattırmayacağım!”
 “Nasıl engel olacaksın?” dedi ses alaycı bir ses tonuyla.
 “Lanet olsun ona!”
 “Çok güzel, daha fazla haykır “ dedi ses kahkaha atarak.
 “Lanet olsun sana!”
 “İşte bu! Güzel söze ne denir. Lanet olsun bize.”


 Kendi içindeki ses bir anda sessizliğe büründü, fırtına öncesi sessizlik gibi,  olacak bir şeyin beklentisiyle dolu. Yağmur yağdı, adam ıslandı ve sessizlik sürdü. Bir zamanlar sessizlikten ve yalnızlıktan hoşlandığını düşünürdü, alayla gülümsedi.


 “Ne yapmalıyım? Nasıl buradan çıkabilirim?” dedi bağırarak. Bu bir soruydu. İçindeki sese sorduğu bir soru. O sinsi ses bile sessizlikten daha iyiydi.
“Teslim ol, hiç umut yok, uyu ve sonunu bekle!”
“Haklısın belki de uyumalıyım…” dedi gözleri kapanmaya başlarken. Bağırmak, ağlamak onu yormuş. Umutsuzluk ve soğuk ise direncini kırmıştı. Teslim oluyordu.
 “Kapının ardındaki kabuslarının seni yok etmesini bekle. Soğukta donup ölmeyi bekle. Belki de bu karanlık seni alır. Karanlık ne kadar şefkatli ve ne kadar yumuşak, hem orada yağmur da yoktur.” sesin fısıldayarak konuşuyor ve söylenenler adama ninni gibi geliyordu.
“Hayır!” dedi adam bir çocuk gibi korkuyla fısıldayarak. “Boşluk olmasın, orada ölüm yok, kurtuluşta yok. Sonsuz yaşam ve bu yaşam boyunca sadece düşüş var.” dedikten sonra şatonun gölgesinde, yağmurun altında uyudu.


                                                  ***********************


   Bu kabusun içerisine dalmadan, aşağı yukarı yirmi iki yıl önce gözünü dünyaya açmıştı,  Şimdi şatonun demir kapısının önünde yatan genç adam. Ailesi çocuğun adını Mete koymuştu. Mete’nin zorlukla hatırlayabildiği, ömrünün ilk zamanlarında her şey bir rüya gibiydi. Orta gelirli, huzurlu bir aileydiler, rahat bir yaşam sürüyorlardı. Aklında kalan anılarda, hep gülümsemeler vardı.


   Sonra yağmur geldi. Tıpkı şu anda yağan yağmur gibi bir yağmurdu. Babasının öldüğü güne dair hatırladığı iki şeyden biride buydu zaten. Yağmur ve annesinin gözyaşları, hayatının dönüm noktasından kalan iki hatıraydı. Böylece karanlık günler başlamıştı. Önce akrabalarının ihanetine uğradılar. Kimi akrabaları babasının mal varlığını ellerinden almaya çalıştı, kimisi ise zamanla iletişimlerini kopardılar. Babasının ölümünün üzerinden, çok kısa bir sure sonra annesi başka bir adamla evlendi. Annesinin evlendiği, Suat adlı adam, Mete’nin babasından kalan evlerine taşınmıştı. Sürekli hırpalanma ve aşağılanmayla geçen günler, böylece başlamış oldu. Kumar, içki, sigara kokusu, dayak, Mete’nin yaşamının o dönemi, işte böyle geçmişti. Yine de tüm bunların arasında bile iyi bir şeyler vardı. Üvey babası kumar oynadığında, içki içtiğinde ya da annesiyle odaya kapandıklarında onun ayakaltında dolaşmasını istemezdi. Mete’nin böyle zamanlarda yapabileceği birkaç şey vardı. Dışarı çıkabilirdi –saatin kaç olduğu hiç fark etmezdi, umursamazlardı– ancak yaşadıkları mahalle de arkadaşları yoktu. Kendi odasına gidebilirdi   –küçük bir odaydı– orada yalnızca uyuyabilir ya da oyuncaklarıyla oynayabilirdi. Mete’nin gidebileceği son yer, gerçek ailesinin, arkadaşlarının yanıydı yani babasının kütüphanesi, kendine has kokusuyla o kitapların yanı. Mete evde kaldığı süreyi hep bu kütüphanede geçirmeye başladı.


  15 yaşına geldiğinde, kütüphanede ki tüm kitapları okumuş durumdaydı. Fırsatı olsaydı bir kez daha okurdu. Ancak üvey babası, kütüphanedeki kitapların hepsini satmıştı ve adamın kumar yüzünden sattığı ya da sattırdığı tek şey bu da değildi. Suat kumar borcunu ödemek için Mete’nin babasından kalan evi de zorla sattırmıştı. En sonunda sokakta kalmışlardı. Suat onları terk etmişti. Yalnızlardı, yapayalnız.


                                                    ****************************


   Üzerindeki beyaz gömlek ve giydiği buz mavisi kot pantolon, zaman geçtikçe şiddetini arttıran yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştu. Mete hiç durmadan titriyor, fazla uzun olmayan saçlarından su damlacıkları saçılıyordu. Yine de uyudu Mete, tüm bu soğuğa, yağmura, gök gürültüsüne rağmen, ta ki arkasında ki kapı gürültüyle açılıp, kapının içerisinden çıkan yumuşak sarı ışık onu uyandırana dek.


  Mete, karanlıkta uzun süre kaldığı için, gözlerinin ışığa alışması zaman aldı. Fazla uzun bir süre değildi ama Mete’ye uzun dakikalar geçmiş gibi gelmişti. Gözleri ışığa tamamen alıştığında, kapının, üç tarafı aynayla çevrili büyük denemeyecek bir odaya açıldığını gördü. Zorlukla ayağa kalktı ve kapıya doğru ağır aksak yürüdü. İlerledikçe fark etti ki, oda düşündüğünden daha da küçüktü ve odanın görünen başka bir kapısı yoktu. Mete hiç tereddüt etmeden odaya girdi. Oda da ışık vardı, kuruydu ve sıcaktı da. Her taraf, dışardan da görüldüğü gibi aynalarla çevriliydi. Mete içeri tamamen girer girmez odanın kapısı kapandı ve dört yan aynalarla çevrelendi, Mete iyice kapana kısılmış hissetti kendini. Oda bir anda  hareket etmeye başladı, yukarıya, aşağıya, ileriye ya da geriye. Burasının sıradan bir oda değil, onu bir yerlere taşıyan bir asansör olduğunu korkuyla fark etti Mete. Kabus bitmemişti.


İstemsizce aynadaki kendi görüntüsüne baktı.  Mete oldum olası zayıftı, bedeni de, bünyesi de. Fakat şu anda o her zaman ki zayıflığının ötesine geçmişti. Öyle ki her bir kemiği sayılabiliyordu. Sanki vücudunda ki etleri erimiş sadece derisi ve kemikleri kalmıştı. Derisi gerilmişti, gözleri içeri çökmüş, uzun sağlıklı saçları solmuş ve beyazlamıştı. Yüzü bir cesedi andırıyordu.


Mete’nin sakalları bir türlü çıkmak bilmemişti, yirmi iki yaşında olmasına rağmen fazla gür değildi. Yine de aynadaki yansımasında kıvırcık gür sakalları vardı. Elleriyle sakallarını yokladı, aynadaki gibiydiler. Az önce orada olmadığına yemin edebilirdi.


  Kendini yandan görebilmek için göz ucuyla sağ tarafında ki aynaya baktı. Orada ki yansıması gülümsüyordu. Yine karşısında ki aynada göründüğü gibiydi, yaşlı ve zayıf. Ama bu yansımada bir gariplik vardı, aslında her şeyde bir gariplik vardı ve Mete gülümsemediğine emindi. Aynada ki aksinin elinde kıvrık bir hançer gördü. Daha Mete ne olduğunu anlayamadan yana dönük yanılsama Mete’ye doğru döndü ve elindeki hançeri karnına saplayıp, yukarı doğru çekerek vücudunu yardı. Mete etrafa saçılan, kanı ve bazı organları olabilecek et parçalarını, görmemek için başını aksi yöne çevirdi ve kabuslarının baş kahramanını gördü. Kara cüppesinin içerisinde, kemik beyazı tahtına oturmuş, yüzü cüppesinin kukuletasının gölgelerine gizlenmiş bir adam, elinde, Mete’nin kesik kafasını tutar halde oturuyordu. Mete daha önce iki sefer daha karşılaştığı bu adama hiç bir şey demedi, diyemedi. Yalnızca var gücüyle, içindeki tüm ıstırabı anlatan bir çığlık attı. Tahta oturan adamın sadistçe ona güldüğünü ve attığı çığlığın onun gülümsemesini daha da arttırdığını görmese de biliyordu.


                                                ************************


 …Birkaç ay annesinin bir arkadaşında kalmışlardı. Mete kendi okuluna devam ediyordu bu arada. Tek değişiklik birkaç kilometre artan okul yolu olmuştu zayıf, çelimsiz çocuk için her gün okula yürüyerek gidip gelmek oldukça zor oluyordu.


    Okulda suskun, sorunsuz ve çalışkan bir çocuktu. Çalışkan’ kelimesi aslında Mete’yi tanımlamak için pek uygun değildi. Öğretmenleri ona dahi diyorlardı. Ancak dahi olmasından öte, dışarıya karşı belli etmese de, hırslı biriydi. İçin için onu yakıp bitiren bir hırstı bu. Geceleri uykusunu kaçıran bir histi. Öyle ki nispeten düşük gelen bir not sonucu hissettiği üzüntü, içinde bulundukları ekonomik duruma karşı hissettiği çaresizlikten çok daha acı geliyordu onun için. Güçlü olduğu, diğerlerine karşı üstün olduğu bir şeydi bu.


Bunun yanında, boş zamanlarında ders çalışmaktan başka alternatifi de yoktu. Pek çok roman okumuş, onların gizemli dünyalarına gitmişti. Okuduğu kitaplardaki kahramanların yerine koyardı kendini. Hikayelerin bittikleri yerden, hayal kurmaya devam ederdi. Yazarlık yeteneği yoktu. Denemişti ama bu konuda kendini hiç yeterli görmemişti. Yine de hayal kurmak konusunda başarılıydı. Hatta hayallerinin hikayelerden daha güzel olduğuna inanıyordu. Mete, Liseyi bitirdiğinde, dostum, diyebileceği tek bir kişi bile yoktu. Onu tek sevgiyle kucaklayan kitaplardı ve tek mutlu olduğu yerde hayalleriydi.

   Hatırı sayılır bir üniversitede, burslu olarak okuduğu dönemin başlarında, her şey bir anda iyiye gitmeye başladı. Mete ve Annesi çalışıyorlardı, maddi sorunları eskisine oranlar azalmıştı. Birde arkadaş gurubu vardı artık Mete’nin. Boş zamanlarını onlarla birlikte geçiriyordu.


Koray’la tanışmadan önce, sosyal olmaktan uzak, yabani Mete’nin bir tek rüyaları ve hayalleri vardı. Bazen kendini bu hayallere öylesine kaptırırdı ki, geceleri uykusunu unutur, hayallerinin içerisinde sabahı karşılardı ve hayallerin ardından uyuduğunda onu rüyalar kucaklardı. Rüyalar apayrı bir hikâyeydi. Orada hep yaşamak istediği yaşamı yaşayabiliyordu. Hayallerden daha gerçekçiydi. Hem nadiren de olsa, rüyada olduğunu fark edip, kendi isteklerine göre orayı şekillendirebiliyordu.


Koray’la tanışmasına sebep olan olayı yaşadığı gün, okuldan çıktığında keyfi yerindeydi Mete’nin. Final sınavlarının notları açıklanmıştı. Her zamanki gibi sonuçlar mükemmel sonuçlar elde etmişti. Derslerden kalanların üzüntüsüne içten içe keyifle gülmüş, kendi zekasıyla övünmüştü. Havada güzeldi. Bu iyiye işaretti. Mete yağmurlu havaları hep kötüye yormuştu.


    Sonra her şey üst üste geldi, önce otobüsü kaçırdı, sonra elinde tuttuğu kitabi yerdeki bir su birikintisine düşürdü. Kitabı henüz bitirmemişti oysaki ve kitaplara gözü gibi bakardı, bir kenarını bile buruşturmamaya özen gösterirdi. Tüm bu üzüntüsünün üzerine, arkasından biri itmiş ve o su birikintisine kendi de düşmüştü, tabi kitap daha da ıslanmıştı ve Mete elbette kendi üstünün ıslanmasından çok buna üzülmüştü.


Sinirlenerek ayağa kalktığında uzun boylu, harcadığı efordan dolayı nefes nefese kalmış bir adam gördü. Adam Mete’ye çarpmış ve kendisi de yere devrilmişti.


  “Kitabın parasını ödeyeceksin!” dedi Mete sinirle.
  “Kaç!” dedi yavaşça yerden kalkan adam “Uzaklaş buradan”
“Sen ne...” sözünü bitiremeden kafasının arkasına sert bir darbe alıp öne doğru sendeledi. Beş kişi etraflarını çevirmişti. Sakallı, karanlık yüzlü kişilerdi.


“Tazı gibi koşuyorsun maşallah Koray!” dedi içlerinden biri kaba bir aksanı vardı. “Gel bakayım sen buraya. Hele hele, bacımıza sulanmak neymiş gör”


Koray  “Kız kardeşiniz daha çok tavşana benzetir beni ama yanlış anlamayın, koşmamdan dolayı değil” dedi gülümseyerek. “Lütfen sakin olun, caninizi yakmak istemiyorum” diye de ekledi, ona doğru daha büyük bir öfkeyle yürümeye başlayan adamlara aldırmayarak


 Mete şaşkındı. Neler olduğunu anlamadığı gibi, Koray’ın sözlerini ve kendine olan bu güveninin kaynağını da anlayamamıştı ama heyecanlanmıştı hayallerindeki gibiydi her şey, kitaplardaki gibiydi. Adamlar onunda üzerine doğru geliyordu. Belki de bu heyecan onu harekete geçirmeye zorladı ve elindeki ıslanmış kitabı, demin konuşan adamın suratına doğru fırlattı ve ardından en yakındaki bir diğer hasmının üzerine sıçradı. Geri kalanlar pek de hayallerindeki gibi gerçekleşmedi.
   
Gözlerini açtığında, yumuşak bir yatakta yatıyordu. Tepeden tırnağa her yanı ağrıyordu. Biraz doğrularak etrafına bakındı. Bulunduğu odada kimse yoktu. Dikkatini yatağının karşısındaki plazmanın yanındaki kütüphane çekti. Bir yerde kitaplar varsa, tüm dikkati oraya toplanırdı. Kitaplara iştahla baktıktan sonra, odanın geri kalanına bakındı. Lüks bir odaydı, büyüktü, içeride türlü türlü eşyalar vardı.


Mete yataktan kalkmaya çalıştı, vücudundaki her nokta acıyla sızlayınca tekrar yatağa yattı. O anda fark ettiği ki üstünde iç çamaşırları dışında bir şeyde yoktu. Giysilerinin nerede olduğunu ve üzerini kimin çıkardığını merak etti. Kısa bir süre sonra odanın kapısı açıldığında soruları yanıt bulmuş oldu. İçeri giren kişi bu duruma düşmesine ve elbette daha da beteri kitabının ıslanmasına sebep olan kişiydi, onun yanında iki kişi daha vardı.


  “Kahramanım benim!” dedi Koray kıkırdayarak.


  “Alay edilecek bir şey yaptığımı sanmıyorum” dedi Mete keskin bir dille. Aslında alay edilmeyi hak ettiğini düşünüyordu, ahmakça davranmıştı. Ancak sadece kendi kendisiyle alay edebilirdi, başkası değil.


 “Hayır, hayır yanlış anlama lütfen” dedi Koray. Odadaki iki yabancıdan uzun olanı “Boş ver onu, böyle yersiz esprileriyle ünlüdür kendisi, üzerine alınma” dedi.
Koray “Bu Yılmaz” dedi eliyle uzun boylu arkadaşını işaret ederek “ve bu arkadaşta Cenk” dedi diğer yabancıyı göstererek. Cenk, Yılmaz kadar uzun değildi. Hatta neredeyse kendi boyuna yakındı ki Mete oldukça kısa biriydi, fakat Cenk renkli gözleri, sarı saçları ve duruşuyla diğerlerinden farklı, özel bir hava taşıyordu. Mete ondan ilk gördüğü an nefret etti. Cenk duruma pek ilgi göstermiyordu “Tanıştığıma sevindim” dedi ve Koray’a dönerek “Gitmem gerek, akşama parti var, ona hazırlanmalıyım. Gelecek misin?” diye sordu.


 “Hayır. Sen git ben yorgunum” dedi Koray.


Cenk herkesle vedalaşıp oradan ayrıldıktan sonra Mete sordu “Neler oldu, nasıl kurtulduk?”
Koray gülümsemesini zorlukla bastırarak “Sen adamların üzerine uçtuktan sonra…” Mete’nin yüzündeki kızgın ifadeyi görünce gülümsemeyi kesti “Evimin önüne kadar onlardan kaçmayı başarmıştım zaten. Ondan sonrası babamın adamlarına kalmıştı. Aslında kendimde halledebilirdim.” Mete’nin suratındaki alaycı ifadeyi görünce “Gerçekten halledebilirdim ama adamlar silahlıydı ve benimde elimde bir sopa bile yoktu.” Eliyle şık bir masanın üzerindeki kılıcı işaret etti. Mete’nin o ana kadar dikkatini çekmemişti bu kılıç “Bana onun gibi bir şey ver, kesip kesmemesi de önemli değil, o zaman neler yapabildiğimi görürsün” dedi ciddi bir şekilde. “O kadarda iyi değilsin. En azından benden iyi değilsin” dedi Yılmaz, hafif bir tebessümle.


“Ustamın oğlu” dedi Koray ve devam etti “Her neyse, adamlar derslerini aldılar. Sen biraz daha sabırlı olsaydın yatakta olmazdın. Yine de cesaretine hayran kaldım. Böyle biri olduğunu tahmin edemezdim.”


 “Neden boyum kısa olduğu için, zayıf olduğum için mi?” dedi Mete bir tıslamayla, öfkesi yüzünden okunabiliyordu.


 “Kimin cesarete sahip olup, kimin olmadığını bilemezsin. Zorlu koşullar altında kalana kadar kişinin kendisinde bilemez. Sen cesur birisin Mete” dedi Yılmaz sıcak tebessümüyle birlikte.


 “Fakat bu arada sen bir iki darbeye maruz kaldın ve bayıldın. Şimdi eve doktor geliyor, ne olur ne olmaz. Bu arada gömleğin yırtıldı. Benim olan herhangi bir şeyi alabilirsin. Sana bunu ve daha fazlasını borçluyum”
    


Mete böylece, Koray, Yılmaz, Cenk ve daha sonra tanışacağı, sürekli gittikleri kafede çalışan, Bulut’unda bulunduğu arkadaş gurubuna katılmış oldu ve geçmiş yaşantısıyla ilgili her şey değişti.


Başlangıçta zengin olan Koray’ı kullanmayı düşünüyordu, ona yakınlaşarak babasının gücünden yararlanabilecekti. Geleceği için muhteşem bir referans olacaktı. Pek çok yeni kapı böylece önünde açılacaktı. Fakat beklentilerinin ötesinde şeyler olmaya başladı. Bu sıcak arkadaşlık ortamında kendini buldu Mete. Zayıf, kısa boylu, çirkin biri olduğunu düşünmüştü şimdiye kadar. Sadece zekâsı vardı ve o da insanlar tarafından sevilmeyi sağlamıyordu. Ama şimdi seviliyordu, yok olmaya yüz tutmuş özgüveni tekrar ortaya çıkmaya başladı ve Üniversite’nin son yılına kadar, yaşantısındaki her şey böylece iyiye gitmeye başladı.
Eylül ayıydı, hava hala soğumamıştı ve o gece yıldızlarla kaplı gökyüzü, gün doğduğunda güneşli bir havayı müjdeliyordu. Mete arkadaşlarıyla buluşacağı kafeye doğru yürüyordu, derin bir nefes aldı ‘Son sene’ diye düşündü, Bir şeylerin bitişi ve başlangıcı demekti bu. Başarılı bir öğrenciydi, hep öyle olmuştu. Son seneyi de rahatlıkla atlatacağına inanıyordu. Arkadaşlarıyla tanıştıktan sonra duygusal anlamda yenilenmişti ve bu son aşamaydı ona göre. Üniversite bitince, bir işe girecek, annesinde, kendisinde rahata kavuşabileceklerdi. ‘Metamorfoz misali bir hamam böceğinden, neye dönüştüm’ diye düşündü,  çok eski, neşeli bir aşk şarkısını mırıldanmaya başlarken.


Kafenin içi de, dışı da doluydu. Kalabalıkta arkadaşlarını bulmakta oldukça zorlanmıştı. Aslında arkadaşları onu bulmuştu. Onca kalabalığın içerisinden bir an için onun adını haykıran Koray’ın sesi yükseldi. Mete sese doğru dönüp baktığında, arkadaşlarının tanımadığı insanlarla dolu bir masada oturduğunu gördü ve çekinerek onların yanına yöneldi.


Yabancıların yanında kendini rahat hissetmiyordu ve kimsenin gözüne batmak istemiyordu. Herkese titrek bir ‘merhaba’ bahşetti. Koray ve bu gün izinli olan ama arkadaşlarını kıramayarak çalıştığı kafeye müşteri olarak gelen Bulut’un arasına sessizce oturdu.


Neşeli bir ortamdı, herkes farklı farklı konulardan bahsediyor, kimse Mete’ye dikkat etmiyordu. Bu onu rahatlatmıştı. Zaman geçtikçe, yeni insanlar onlara katılıyordu. Sesler artmıştı, insanlar guruplara bölünmüş, kendi aralarında konuşuyorlardı. Bir ara Yılmaz, Mete’ye oradaki insanların kendi lise arkadaşları olduğunu söyleme fırsatı buldu. Bunun dışında hep sustu ve konuşmaları dinledi. Dinlemeyi, daima konuşmaya tercih ederdi.


Zamanla alışık olmadığı bu ortam onu rahatsız etmişti, gözleri kardı ve başı ağrımaya başladı. Tansiyonu düşmüş olmalıydı, sık sık düşerdi. İyi gelebileceğini düşünerek gözlerini kapattı. ‘Belki de biraz hava almalıyım’ diye düşündü. Tam ayağa kalktığında, Cenk’in attığı kahkaha ile yerine yığıldı, kahkaha onu herhangi bir şeyin yapabileceğinden daha sarsmıştı. Mete, Cenk’in yaptığı her şeyden nefret ediyordu, konuşması, gülmesi, yürümesi hatta nefes almasından bile mutsuz oluyor, bu nefretini hep içine atıyordu. Kaşlarını çatarak ona doğru baktı. Sonra uzun süredir, Cenk’in sohbet ettiği, karşısındaki kıza baktı ve zaman onun için bir anda durdu. `Büyüleyici’ diye düşündü ‘Kitaplardaki gibi, bir prenses’ kızın gözlerine baktı ‘Hayır, prenses değil, bir savaşçı’ diye düşündü. O gözler bir avcı gibi bakıyorlardı ya da yırtıcı bir hayvan gibi. Gür, uzun, siyah saçları öylesine güzeldi ki, Mete elini uzatıp okşamak istedi. Burnu, yüzü, elleri… Gözlerinin yaşardığını hissetti fakat bu baş ağrısından dolayı değildi.


Cenk’in kızla ilgilendiğini, ondan hoşlandığını tahmin ediyordu ama umurunda değildi. İlk görüşte aşkı hiç yaşamamıştı o ana kadar. Aslında aşkı yaşamamıştı. Hiç kız arkadaşı olmamıştı ve hiç kimseye ilgi de duymamıştı, ancak ‘Eğer aşk diye bir şey varsa, o duygu bu olmalı’ diye düşündü.


“Çok güzelsin” dedi derinden gelen bir sesle.


Bazı zamanlar vardır, hayat sizi utandırabilmek için tüm sesleri bir anda susturur ve baş role sizi oturtur ve bunu size büyük bir rol biçeceğinden değil tam tersine kendi zalim espri anlayışından dolayı yapar. Mete aslında yüksek sesle konuşmamıştı, tüm o gürültünün içerisinde, daha önceki merhabası misali kaynayıp gidecekti normalde bu hayal dünyasından gelen sözleri ama Mete konuştuğunda, masada bulunan herkes susmuş ve o sözü duymuştu. Suskunluk devam ediyordu, herkes merak ve şaşkınlıkla Mete’ye bakıyorlardı. Gerçekten şaşkın olanlar ise arkadaşlarıydı.


Karşısındaki kız da afallamıştı “Teşekkürler” diyebildi sadece. Gözleri yeşildi, Mete’ye devam etme gücü veren o gözlerin çekiciliği olmuştu. “Neden teşekkür ediyorsun ki? Boş bir iltifat değildi ki bu karşılığı nezaket kuralları gereği teşekkür olsun. Aslında ben teşekkür etmeliyim, kapanan gözlerimi açtın, alamadığım nefesi alabildim sayende, beni sarstın.”
  
O avcının adı Çağla’ydı. Gözleri ve bakışları gibi biriydi. Kesinlikle sakin değildi ve zaman içerisinde Mete kızın, çevresinde, dengesizliğiyle tanındığını öğrendi. Bu yüzden fazla dostu yoktu ama güzelliğinden dolayı pek çok erkek arkadaşı olmuştu.


Delice aşık Mete, aylarca Çağla’nın peşinden koştu. İlişkileri çok yavaş ilerliyordu. Çağla, Mete’yi bir sevgiliden çok arkadaş gibi görüyordu. Ancak okul döneminin sonunda, Mete’nin aşkından ve bunu gösterme yollarından hoşlanmaya başladı.


Son sene Mete için tam bir başarısızlıktı, aşkı onu okuldan ve derslerden koparmıştı, daha da kötüsü okulu bir sene uzatmış ve bursunu kaybetmişti. Fakat Çağla’nın gülümsediğini görmek, onun ağzından sevgi sözcükleri duymak için her şeye katlanabilirdi Mete. Onun gözlerinden akan, bir damla gözyaşına sebep olacak her şeye karşı koymaya razıydı ve gerçekten de bu uğurda her şeye karşı koydu. Daha fazla verebilmek için daha fazla çalıştı, kazandı, daha az uyudu ve hayallere dalmayı bıraktı. Hayalini yaşıyordu zaten.

Sebepsiz terk edilmenin acısı dışında her acıya katlandı Mete. Bir gün, hayatında ilk kez birinden “Bitti” kelimesini duydu. Yine de içindeki son umutta sönene kadar pes etmedi fakat ne telefonlarına yanıt alabildi ne de yazdığı yazılara bir geri dönüş yaptı sevdiği kadın. Ömründe ilk defa alkol kullanmaya başladı sonra, nefret ettiği eski üvey babası gibi içmeye başladı, içtikçe daha çok aradı, yanıt alamayınca daha da çok yazdı.


Ağladı Mete, bol bol ağladı. Taş gibi bir yüreği olduğunu düşünürdü, çocukluğunda tüm yaşadıklarından sonra demir gibi bir adam olduğunu hayal ediyordu. Ne kadar kırılgan olduğunu keşfetti ayrılığı sırasında, gurur duyduğu zekası ne kadar da çaresiz kalmıştı. Hayalleri ve rüyaları Çağla oldu, mutlu günleri tekrar tekrar yaşadı.  İçinde hep bir umut taşıdı Mete, ta ki Cenk’in elini Çağla’nınkinin üzerinde görene kadar.


Cenk’i hiç sevmemişti belki, ama kendisine bunu yapabileceğini düşünmemişti. İhanet onu öylesine yaraladı ki, bir süre yerinden kıpırdayamadı. Eve nasıl gittiğini hatırlamıyordu. Yorgun hissediyordu kendini, ölmek bu yorgunluğu taşımaktan daha kolay geliyordu ona.


Kendini odasına kilitledi, nadiren yemek yiyordu ve günlerin çoğunu uyuyarak geçiriyordu. Yaz okuluna kayıtlıydı ancak gitmiyordu, yarım gün çalıştığı işini de bırakmıştı. Acı ve ardından gelen boşluk hissi onu uyuşturmuştu, alkol bile kullanmak istemiyordu artık. İçinde öfke, kin yoktu, belki derinlerde bir yerde bir parça sevgi dışında, hiç bir şey hissedemiyordu. En acısı da buydu Çağla’yı hala seviyordu.


Kolayca uyuyabiliyordu. Uykusu olsun ya da olmasın fark etmiyordu. Rüyalar onu çağırıyordu ve artık o, rüyalarda her şeyi değiştirebiliyordu. Çağla onunlaydı, dostları onunlaydı ve Cenk ölüydü. İstediği her şey onundu.


  Günün birinde kara cüppeli bir adam rüyasına girene kadar, her şey en azından rüyalarında güzeldi.
                                                **********************


Mete aynalara bakmamaya çalışıyordu. Korkuyordu, delicesine korkuyordu. Asansöre girdiği ilk andan itibaren, o uyuşukluk onu terk etmişti. Korku her şeyin, düşüncelerin ve duyguların üzerine hüküm kurmuştu.
‘Biraz ses olsa’ diye düşündü. Dışarısının aksine, bu kutu gibi, asansör olduğunu düşündüğü şeyin içerisine ölüm sessizliği hakimdi. Bu şey ses çıkarmadan bilinmezliğe doğru ilerliyordu. Bir şarkı mırıldanmaya başladı. Bu sessizliği bir an olsun kesecek bir şey yapmak istiyordu. Sonra bu şarkının aylar önce Çağla’yla tanışacağı o gün, kafeye giderken söylediği şarkı olduğunu fark etti. Çağla’nın olduğu her detayı hatırlıyordu. Susmayı düşündü ama söylemeye yine de devam etti. Belki üzüntü, korkuyu gölgeler ve Mete bir süre korkusunu unutabilirdi. Gerçekten bir duygu, korkuyu gölgeledi ama bu üzüntü değildi. İçini kaplayan yakıcı bir alev gibi yükselen öfkeydi.


“Her şey senin yüzünden!” diye bağırdı şarkısına son vererek “ Neden ?” dedi titrek bir sesle “Sevmiştim, nefret ediyorum senden!”


Ağladı Mete, üzüntüyle ya da korkuyla değil. Kinle, nefretle ağladı. Cenk’ten, Çağla’dan, bu kadar zayıf olduğu için kendinden ve o kara cüppeli adamdan nefret ediyordu. Cüppeli adamın adını söyleyecek gibi oldu ama ağzını kendi elleriyle sıkıca kapadı. O adı düşünmemeye çalıştı. Bir şekilde, onu düşünmenin bile tehlikeli olacağını hissediyordu. Yine de istem dışı, onu ilk gördüğü an gözlerinin önüne geldi.


                                                            ********************
   ...Işığın zorlukla içeri süzüldüğü, uzun, sık yapraklı, yaşlı ağaçlarla dolu bir ormanda arkadaşlarıyla kamp kurmuşlardı.


Koray, yakınlarda akan, sesi zorlukla da olsa kamp alanından duyulabilen küçük bir pınardan, su taşımaya gitmişti. Bulut çadırların ortasındaki, boşlukta ateş yakmaya çalışıyordu. Mete onun yanına doğru yürüdü “Becerebilecek misin? İstersen yardım edeyim?” dedi yüzünde alaylı bir sırıtışla.


“Bana mı diyorsun?” dedi Bulut sert bir şekilde. Çabuk kızan ve çabuk sakinlesen biriydi


“Eğer eşyalarımız senin yüzünden suya düşmeseydi her şey daha kolay olurdu. Çakmak kayıp, kibritler ıslak…” başıyla kurumaları için bir taş üzerine konulmuş, kibritleri işaret etti


“Daha hızlı kurumalarını sağlayacak bir yol biliyorsan durma” dedi aksi aksi. Mete yerinden kıpırdamayınca konuşmasına devam etti “Neyse ki bir iki izci numarası biliyorum”


Hafifçe esen rüzgârın verdiği, o rahatlatıcı hisle gözlerini kapatıp, ayakta durmaya devam etti Mete. Bu şekilde pınarın ve yürüyen birinin ezdiği otların ve dalların sesini daha rahat duyabiliyordu”


Gözlerini açtı, hızla arkasını döndü. Karşısında sağ elinde, beş adet, avladığı tavşanları taşıyan Yılmaz’ı gördü.
  
“Bilin bakalım bu akşam yemekte ne var!” dedi neşeyle Yılmaz. Mete önce tavşanlara sonra Yılmaz’a baktı. Tam ona bu hayvanları nasıl avlayabildiğini soracaktı ki Bulut “Eğer bir ateş yakamazsam hiç bir şey “ dedi sinirle gülümseyerek.
 
Yılmaz elindeki tavşanları Bulut’a doğru fırlattı. Tavşanlardan dördünü inanılmaz bir hızla hareket ederek yakaladı Bulut. Son tavşan ise oldukça güçlü bir şekilde yanın ateşin içine düştü.


“Ateş…” Mete’nin düşünmeye yine fırsatı olmadı. Su getirebilmek için giden Koray’ın çığlığı, ormanda yankılandı. Bir an sonra, Mete’nin önünde yoktan var olmuşçasına Koray ve onu kovalayan, beyaz bir ayı vardı. Ayının pençeleri bir insan büyüklüğündeydi, tırnakları, değdiği ağaçları bir kâğıt gibi kesiyordu. Yeşil, öfkeli gözler ona yönelmişti. Mete’ye bu gözler tanıdık gelmişti


‘Tavşanlar, ateş, ayı, yeşil gözler…’ düşünceler Mete’nin aklında hızla döndü. Ayının pençesi, ona doğru, ölümden başka hiç bir şey vaat etmeden yaklaşırken, her şeyin farkına vardı.


“Rüya” diye fısıldadı. Eskiden olsa tam bu anda uyanırdı. Ama artık kontrol etmeyi öğrenmişti. Zihninde, rüyadan çıkmak için bir kapının olduğunu ve bunu kilitlediğini hayal etti. Bir an her şey karardı, sonrasında rüya onun denetimi altına girmişti.


Hızla yaklaşan pençe ona bir santim kala durdu, Mete uçmaya başladı, ayının gözleriyle aynı seviyeye gelene kadar yükseldi. Bir anda her yer bulanıklaştı, renkler birbirine girdi. Karşısında artık ayı yoktu. Çağla vardı. Gözlerinde aşkla bakıyor, dolgun dudakları ona hiçbir zaman unutmayacağı öpücükler vaat ediyordu. İkisi de bembeyaz bulutların üzerinde uçuyorlardı. Birbirlerine sarıldılar. Mete mutlulukla gözlerini kapattı, daha sıkı, asla bırakmayacakmış gibi Çağla’ya sarıldı, hayatta tek istediği şey buydu.


Sonra hızla düşmeye başladı. Çağla yok olmuştu. Hala beyaz bulutların içerisindeydi. Rüya olduğu için, güvende olduğu için sakindi ama üzerinde şaşkınlık vardı her şey kontrolünden çıkmıştı. Çevresine bakındı bir an için bulutların ardında bir şey görür gibi oldu ve her şey karardı.


Düşüşü durmuştu. Sert bir zemin üzerinde duruyordu. Başını kaldırıp etrafına baktığında, onu net bir şekilde görebildi. Bu zifiri karanlıkta bile fark edebildiği, bir siyahlıktaki cüppesine bürünmüş, göremediği bir şeyin üzerinde oturuyordu. Cüppe canlı gibiydi, yüzü görünmeyen sahibinin üzerinde sürekli hareket halindeydi. Mete kendini de, gün ışığında görebileceği kadar net bir şekilde görebildiğini fark etti. Bu kadardı, görebildiği yegane şeyler bunlardı. Ayakta dururken, tek bir adım daha atmaya korkuyordu. Kara cüppeli adam, onunla konuşana kadar Mete hareketsiz bir şekilde durdu.


“Diyarıma hoş geldin” dedi cüppeli adam, sert, derinden gelen sesinde eğlenti var gibiydi.


“Burası neresi?” dedi Mete elinde olmadan kekeleyerek.


“Sürekli kurallarını ihlal edip durduğun yerden başka bir yer değil. Rüyadasın ufak insan!” adamın sesi sürekli değişiyordu. Bir an kulak tırmalayan hırıltılı bir sesle konuşurken sesi değişmiş, gürleşmiş ve konuşmasının sonuna doğru küçük bir çocuğu acı dolu haykırışına dönüşmüştü.


Her zamanki gibi rüyayı şekillendirmeye çalıştı Mete. Bu deli adamı ortadan kaldırıp, tüm bu karanlığı bir ormana dönüştürmeyi hayal etti. Gerek olmamasına rağmen bir perdeyi sertçe açmaya çalışır gibi bir hareket yaptı. Geçmişte sadece odaklanmanın yeterli olduğunu keşfetmişti, bu jestler gereksizdi ama yine de Mete bunları yapmaya ihtiyaç hissediyordu. Tüm bu çabasının değiştirdiği ya da meydana getirdiği tek şeyse cüppeli adamın alaycı kahkahası olmuştu.
“Kimsin sen?” dedi Mete korkuyla.


“Pek çok adla anılırım. Bir kısmını senin gibi bir insan bile biliyor olmalı. Yine de sen bana sadece Rüyalar Kralı diyeceksin. İsimlerinden bazıları benim öfkemi arttırır. Bu yüzden bana bundan başka bir şekilde hitap etmeye cüret etme. Öfkemden hiç hoşlanmazsın!” sesi sürekli değişiyordu. Mete bazen tanıdık birilerinin seslerini duyduğunu düşünüyor ancak o daha kim olduğunu tahmin edemeden başka birinin sesi konuşmayı devam ettiriyordu. Ses tonu sürekli yükselip, alçalıyor bu düzensizlik Mete’nin sinirlerini daha da geriyordu.


“Rüyaların düzenini tehdit ettin, onlarla gereğinden fazla oynamaya cesaret ettin ve en kötüsü de benim dikkatimi çektin. Senin gibi zavallı bir yaratık için büyük bir ihsan bahşediyorum. Hizmetkârım ol, kölem ol, o zaman daha fazla acı çekmezsin” sözünü bitirdiğinde yavaşça ayağa kalktı ve Mete’ye doğru ilerlemeye başladı. Karanlıklar içeresinde adeta süzülüyor gibiydi “Önümde diz çök, yalvar, ağla ve güldür beni” Lordun sesi sadistçe bir zevk taşıyordu.


Mete birden bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Köle olacağı gerçeği ya da Lordun kendi iradesi, Mete’nin korkusundan oluşan zincirlerini kırmıştı. Arkasını döndü, kaçmak için ileriye doğru uzunca bir adım attı ve düşmeye başladı.
Bir anda o karanlıktan çıkmıştı, etrafı hala karanlıktı ancak o düşerken, çevresinden akıp giden bulutları görebiliyordu. Yüzünde rüzgârı hissediyordu. Aşağıda, düşmek üzere olduğu yerdeki minik noktacıklara önce bir anlam veremedi. Kısa bir süre sonra bunun bir bina topluluğu olduğunu anladı. Kalbi yerinden çıkacakmışçasına atıyordu, tüm bedeni ona rahatsızlık verecek derecede ısınmıştı. ‘Rüya olmalı’ diye düşündü. Yine de gerçeklik hissini içinden atamıyordu. Binalara iyice yaklaşmıştı, düşmek üzere olduğu yeri o anda anladı. Kendi evinin tam üzerindeydi. Panikle havada kıvrandı, çığlık attı. Binanın çatısına çarpmaya saniyeler kala gözlerini kapadı.


Beklediği çarpma gelmedi, sadece şiddetli bir şekilde titredi, üşüyordu. Gözlerini açtı. Kendi yatağındaydı.


“Bunlarım hepsi rüya mıydı?” diye düşündü. Öyle olmalıydı, üşüyordu, çünkü battaniyesi o uyurken üzerinden kayıp düşmüştü. Rahatlayarak uzandı “Hepsi sadece bir rüyaydı, kontrolden çıkan bir rüya. Bir kabustu sadece” dedi fısıltıyla. Battaniyesini yerden alıp, sarındı. Bu gece daha fazla uyuyamayacaktı.


Bir süre sonra, üzerindeki şoku biraz olsun atabildiğinde. İçeriden bir yerden bir inleme sesinin geldiğini fark etti. Yerinden yavaşça doğruldu, battaniyesine sıkıca sarılarak, inlemenin geldiği yere ilerlemeye başladı.


Ses tahmin ettiği gibi annesinin odasından geliyordu. Mete kapıyı sessizce açmaya çalıştı. İçerisi her zamanki gibi gözüküyordu. Doğuya doğru bakan odanın, penceresinden süzülen, yeni doğan günün yumuşak ışıkları, içeriyi net bir biçimde görünür kılıyordu.


Küçük, sade bir odaydı. Bir giysi dolabı, bir masa ve tek kişilik bir yataktan başka hiçbir şey yoktu odada. Mete buradan hoşlanmıyordu. Bu berbat ev, küçük odalar ve sade, pek çoğu ikinci el eşyalar onlara layık değildi. Ama bu oda en kötüsüydü. Nedense, ona geçirdiği daha kötü yıllarını hatırlatıyordu.
Annesi sağ tarafına dönmüş, sırtı Mete’ye dönük halde uyuyordu. Mete emin olmak için orada bir süre bekledi. Ancak alıp verilen nefesler dışında odanın sessizliğini bozan hiçbir şey yoktu. Annesi herhalde onun gibi bir kabus görmüş olmalıydı. Her şeyin yolunda olduğuna kanaat getirip, kendi odasına dönmeye karar verdi. Fakat arkasını döndüğü sırada tekrar o inlemeyi duydu. Hızla, başını daha kapısını kapatmadığı odaya doğru çevirdi.


İçerisi değişmişti. Yatak, doğan güneşin ışığını davet eden küçük pencerenin önüne dikine dayanmıştı. İçeriyi, artık sadece aralardan sızan, parmak parmak ışık huzmeleri aydınlatıyordu. Giysi dolabı yatağın eskiden bulunduğu yerde, yere yatırılmış tüm kapakları açık halde duruyordu. Annesi kaybolmuştu. Ancak dolabın içerisinden gelen iniltilerini net bir şekilde duyabiliyordu Mete.


Korkuyla dolaba yaklaştı. Yavaş yavaş, adım adım. Kalbi delicesine çarpıyordu. Dolabın içerisinden bir tür ışık geliyordu. Ateşin yaydığı ışık gibiydi ancak çevresini bir nebze olsun aydınlatmıyordu. Daha fazla yaklaşmadan, geriye dönemeye karar verdi Mete. Annesini seviyordu, onu kaybetmek istemiyordu. Ancak dolabın içerisine girecek cesareti de yoktu. ‘Hem bu rüya gibi bir şey olmalı’ diye düşündü.


Arkasını dönmeden geriye doğru bir adım attı, sonra bir adım daha. Ama fazla uzaklaşmasına fırsat kalmadan, arkasından göremediği bir el onu kuvvetle ileri doğru itti. Böylece Mete, istemese de, dolabın içerisine girmiş oldu.


Yine düşüyordu ama bu sefer düşüş çok kısa sürmüştü. Yüz üstü, sert, simsiyah bir toprağın üzerine düştü. Yattığı yerden kalkmanda çevresine bakındı. Göz alabildiğince uzanan bir köprünün üzerindeydi. Birkaç metre ötesinde, sağ tarafa doğru uzanan, pürüzsüz bir şekilde ileriye doğru uzanan köprünün, şeklini bozan bir çıkıntı vardı. Rüyalar Kralı bu çıkıntının üzerinde duruyordu. Ayaklarının dibinde, çırılçıplak halde, boynuna ateşten bir tasma geçirilmiş annesi, acıyla kıvranıyordu.
 
“Kalk Mete! Gel de yeni koleksiyonumu gör.”  dedi neşeyle Kral. Sesi sürekli değişiyordu, ancak neşesi kalıcıydı.


Mete yavaşça doğruldu, köprüden aşağı doğru baktı. Buna kesinlikle hazır değildi. Aşağıda, şu zamana kadar tanıdığı herkesi, kaynayan zift gibi bir sıvının içerisinde çırpınırken gördü. Çığlıkları yüreğini tırmalıyordu.
“Sevdiğin herkesin acı çekmesini görmek nasıl bir şey?” diye sordu Kral “ Şimdi, nasıl başlayalım dersin? Hepsini bir anda mı yok edeyim, tek tek mi ?” ***


Mete konuşmadı, gözleri arkadaşlarının üzerinde gezindi ve onların arasında Çağla’yı gördü. Bayılacakmış gibi hissetti, gözleri bir an için karardı ‘Ne yapabilirim ki ?’ diye sordu kendi kendine.


“Sana katılıyorum “dedi Rüyalar Lordu başıyla onaylayarak “Tek tek yok edelim ve elimizden geldiğince yavaş olalım. Zamanın bizim için önemi yok.”


 Sevdikleri bir bir gözünün önünde yok olurken Mete ağlamaya başladı. Bazılarının ellerinde bıçaklar, yoktan var oluyor, kendilerini yavaş yavaş kesiyorlardı. Kimi kendini yaktı, vahşi yaratıklar tarafından yendi. Birbirlerinin gözlerini çıkaran, üç yakın dostunu gördüğünde isterik bir çığlık attı. Her ölümü, her ayrıntıyı görüyordu. Bu dehşet verici manzarayı görmemek için gözlerini kapamak istedi ama bir şekilde bunu yapamıyordu. Çığlıkları duymamak için, kulaklarını elleriyle kapadı ancak bu çığlıkları daha da arttırdı.


 Geriye bir tek Çağla kaldığında, Mete tükenmiş durumdaydı. Siyah sıvı bir anda geriye doğru çekildi, havaya dikildi ve devasa bir yaratığa dönüştü. Yaratığın elleri ya da ayakları yoktu. Yalnızca, insan boyundaki, metalik dişlerle dolu bir ağza sahip, devasa bir dalga gibiydi. Yaratık duraksamadı, tek hamlede çağlanın kafasını, gövdesinden ısırarak kopardı. Kanlar, Çağla’nın boynundan çevreye saçılır, cansız bedeni, sıvının çekildiği toprağa düşerken Mete’nin acı dolu haykırışıyla, Rüyalar Lordunun kahkahası birbirine karıştı.
“Bu küçük hanımı unuttuk” dedi Lord, Mete’nin annesinin tasmasını sertçe çekerek “Git” dedi sertçe. Melek duraksamadan kendini köprüden aşağı attı. Mete sessizce ölümüne doğru düşen annesine bakmamak için gözlerini kapatmayı denedi. Bu kez başarmıştı. Sonra gözlerinin ona sunduğu karanlığın içeresinde bir imge canlanmaya başladı, rüyalar lordu burada bile karsısındaydı, Mete derhal gözlerini açtı. “Asla ama asla senin hizmetine girmeyeceğim. Çağla’ma dokunmayacaktın!” dedi sessiz bir şekilde ve aniden Rüyalar Lordunun üzerine öfkeyle koşmaya başladı.


 “Bunların hepsi bir rüyaydı. Madem teklifimi ikinci kez reddettin. O halde… Hadi, biraz oyun oynayalım” dedi, sesi sürekli değişen ama sadistçe neşesi hep yerinde kalan Rüyalar Lordu.


 Mete ona yaklaşamadan, Lord gözden hızlı bir şekilde onun yanına geldi. Cüppesinin
altından, siyah, deri eldivenli elini çıkartarak onun yüzünü kavradı.


 “Tüm bağlarından kop ölümlü ve beni eğlendir!” dedi fısıldayarak Rüyalar Lordu.


Karanlık, Mete’nin gözlerinin içine acı verici bir şekilde doldu. Bedeni bir şok dalgası altında titredi. Belli belirsiz, bir şeyi kaybettiğini hissetti. Gözleri tekrar bir şeyleri görebildiğinde, kendini, kapkara bir göğün altında, kasvetli bir şatonun kapısının önünde buldu. Gök gürledi, yağmur ve gerçek korku böyle başladı...


…Asansörün belirsizliğe yolculuğunun aniden durması, Mete’yi anılarından uzaklaştırdı. Hareketsizlik garipti. Farkında olmadan, asansörün hareketine ve kapalı kutunun korumasına fazlasıyla alışmıştı.
Gözlerini, korku ve birazda merakla ,asansörün kapısına dikti.


                                       
                               *******************************


Bölüm 2   Çöl


Asansörün kapısı açıldığında, ilk gördüğü, her tarafa yayılmış yoğun sisti. Meraklı bakışlarıyla dışarıya doğru dikkatli bir adım attı. Sis yüzünden nereye bastığını göremiyordu, bu yüzden adım atmadan önce ayağıyla yeri yokladı ve kuma bastığını hissettikten sonra ilerlemeye başladı. Bir anda yoğun sis kayboldu. Etrafta yalnızca bembeyaz sis öbekleri ve önünde göz alabildiğince uzanan bir çöl vardı.